
Düşünce gücü, bilinçaltının gücü, kuantum düşünce, çekim yasası, kuantum iyileşme gibi kavramların popülerliği son yıllarda epey arttı ve bu konularda belki binlerce kitap yazıldı, binlerce seminer düzenlendi. Sadece düşüncelerimizi veya inançlarımızı değiştirerek hiç de memnun olmadığımız hayatlarımızı tamamen değiştirebileceğimiz fikri hepimizin hoşuna gitti. Gerçekten böyle bir imkan varsa, tüm bunların belli bir süreç dahilinde olması gerekiyordu. Peki bu süreç nasıl işliyordu? Çoğu kitap da bunun kuantum fiziğiyle alakalı olduğundan kısaca bahsedip, evrenin işine karışmamıza gerek olmadığı, mekanizmaların işleyişini bilmeden de sadece düşünerek ve isteyerek zengin olmak, başarılı olmak, sağlıklı olmak gibi birçok şeyi başarabileceğimizi söylüyordu. Benim en çok merak ettiğim konu ise bu popüler kavramların gerçekten biyolojik ve genetik temellerinin olup olmadığıydı. Sorularıma kısmen de olsa cevap aldığım, yine de kafamda birçok yeni soru oluşmasına neden olan bir kitap oldu Bruce H. Lipton'un "İnancın Biyolojisi" adlı kitabı. Lipton, kuantum fiziği ile yeni biyoloji (yaşamı güçlünün kazandığı dur durak bilmeyen bir savaş olarak gören Darwinizm yerine, daha iyi bir yaşam için işbirliği yapan bireyler arasında bir yolculuk olarak gören biyoloji anlayışı-Darwin yerine Lamarck diyebiliriz) olarak adlandırdığı bilim dalını birleştirip, zihnin bedensel fonksiyonları nasıl etkilediğine, bu aşamada inandıklarımızın ne kadar önemli olduğuna dair fikirler sunuyor ve bu sürecin lokomotifinin vücuttaki hücreler olduğunu ve sanılanın aksine hücrelerin bu görevi hücre çekirdeğindeki DNA sayesinde değil, çevresel sinyaller doğrultusunda hücre zarı ve yapısındaki proteinler aracılığıyla gerçekleştirdiğini söylüyor.
Bruce H. Lipton, ünlü bir hücre biyoloğu ve hücrelerle ilk tanışmasından, klasik biyoloji anlayışından nasıl uzaklaştığına dair her aşamayı bu kitabında kişisel yaşantısına da girerek açık yüreklilikle anlatmış. İlk kez yedi yaşında mikroskopta bir paramesyumu (terliksi hayvan) izleme imkanı bulunca, çocukluğun da getirdiği hayal gücüyle, bu organizmayı sadece bir hücre olarak değil de, çok küçük olmasına rağmen düşünce ve duyguları olan bir varlık olarak algılamış ve belki de, basit bir mikroskopla biyolojinin mikrodünyasına yaptığı bu küçük ziyaret onun bir hücre biyoloğu olmasına yol açmış. Üniversite yıllarında ve sonrasında elektron mikroskobu ile yaptığı çalışmalarla da kelimenin tam anlamıyla hücrelerin dünyasına yola çıkmış. Sonunda, hücrelerin bir amacı olduğuna, yaşamın sırrını barındırdıklarına, bu sırrın da hücrenin yapısı içinde saklı olduğuna inanmış ve bu inancını öğretim üyesi olduğunda da hiçbir zaman kaybetmemiş. Zamanla klasik biyolojiye bakış açısı değişince akademiyi terketmiş ve yeni biyoloji anlayışının yaygınlaşmasını sağlamak için çalışmalara başlamış.
Ben de sorularıma yanıt vermeye en çok yaklaşan bu kitaptaki bilgiler eşliğinde fazla bilimsel detaylara girmeden, insan hayatında sağlık söz konusu olduğunda zihin gücünün, kalıtımın, çevrenin ve inançların etkisini ve hücre biyolojisinin bu süreçlerdeki rolünü mümkün olduğunca özetlemek istedim. Bilimsel destekleriyle birlikte daha detaylı bilgi isteyenlere kitabı okumalarını tavsiye ederim. Biyoloji, genetik ve kuantum fiziği hakkında fazla bilginiz olmasa da kitabın dili gayet anlaşılır.
Genetik deyince akla ilk gelen molekül olan DNA'nın hikayesiyle başlayabiliriz. Darwin, 1859 yılında yayımlanan "Türlerin Kökeni" isimli kitabında, kişisel özelliklerin ebeveynlerden çocuklara "kalıtsal faktörler" aracılığıyla geçtiğini söyledikten sonra bu kalıtsal faktörlerin bulunması için hücrelerin moleküler düzeyde incelenmesi başladı ve yaklaşık 60 yıl önce de James Watson ve Francis Crick, Darwin'in bahsettiği kalıtsal faktörler olan genleri içeren DNA molekülünün çift sarmal yapısını ve işlevini açıkladı. DNA'nın kendi kendini kopyalama sürecini kontrol ettiği ve organizmada yapıyı ve fonksiyonu sağlayan en önemli moleküller olan proteinlerin üretimi için taslak oluşturduğunun belirlenmesi ile DNA birden süperstar oldu ve DNA'nın üstünlüğünü ifade eden "Temel Dogma" (DNA–>RNA–>Protein) önermesi kabul gördü. Böylece DNA'mızda her bir proteinden sorumlu bir gen bulunduğu ileri sürüldü. Bu önerme, basitçe her fiziksel özelliğin veya hastalığın sorumlu bir geni bulunduğu anlamına geliyordu. İlk önce sadece fiziksel özelliklerimiz üzerinde etkili olduğu düşünülen DNA'nın, daha sonra duygularımızı ve davranışlarımızı da yönettiği ileri sürüldü. "Mutluluk geni, inanç geni, depresyon geni bulundu" haberleriyle hala karşılaşabiliyoruz (ayrıca bir hastalıktan sorumlu olmak ve bir hastalıkla ilişkili olmak arasındaki fark ne yazık ki hala basın ve yayın tarafından anlaşılamadı). Kısaca sağlığımızın ve biyolojik kaderimizin iplerinin tamamen DNA'nın elinde olduğuna inanıldı. 1980'lerin sonunda da insanda bulunan tüm genlerin haritasının çıkarılması için İnsan Genom Projesi başlatıldı ve bu proje sona erdiğinde "bir gen=bir protein" inanışının yanlış olduğu ortaya çıktı. En az 120 000 gen bekleyen bilim insanları 25 000 civarında genle karşılaşınca epey şaşırdılar çünkü ihtiyaç olduğu düşünülen DNA'nın %80'inden fazlası eksikti.
İnsan Genom Projesinin böyle sonuçlanması temel dogma anlayışını yıktı ve kelime anlamı "genetiğin ötesinde kontrol" olan, DNA dışındaki mekanizmalardan kaynaklanan ve gen anlatımında meydana gelen kalıtsal değişimleri inceleyen dal olan epigenetik ortaya çıktı. Örneğin protein sentezi ile ilgili çalışmalar epigenetik değişikliklerin aynı gen taslağından 2000 ya da daha fazla çeşit protein oluşturabildiklerini ortaya çıkardı. Sonuçta gen taslağı değişmeden farklı epigenetik mekanizmalar sayesinde çok sayıda farklı gen ürünü ortaya çıkabildiği belirlenmiş, genlerin kaderimiz olduğu ve fenotipin de değiştirilemez olduğu yönündeki teoriler sarsılmıştı. Epigenetik ve genetik mekanizmalar arasındaki ilişkiler için kitapta örnekler ve deneyler de verilmiş ve çevresel şartların (beslenme, stres, duygular) DNA'yı değiştirmeden işlevlerini nasıl değiştirebildiği anlatılmış. Çünkü bir gen ürünü gerekli olduğunda, gen ifadesini o genin sahip olduğu ve aniden ortaya çıkan bir özellik değil, çevresinden aldığı bir işaret harekete geçirir. Bunun en basit örneği de doku kültüründeki hücrelere sağlıklı bir çevre sağlandığında hücrelerin güçlenip gelişmesi fakat çevre şartları kötüleştiğinde hücrelerin de "hastalanması"dır. Ayrıca Huntington, kistik fibrozis, beta talasemi gibi genetik hastalıklar hariç birçok hastalık, genler ve çevresel faktörler arasındaki karmaşık etkileşimler (multifaktoriyel hastalıklar) sonucu ortaya çıkarlar.
Aslında sadece bir taslak olan DNA, hücrenin çalışmasını her zaman tek başına kontrol etmediğinden DNA'nın bir hücrenin ya da organizmanın yaşamını önceden belirleyemeyeceği sonucuna ulaşabiliriz. Hücrenin hayatta kalması, kendini, sürekli değişen bir çevreye adapte edebilme yeteneğine bağlıdır. O halde, genlerimizin biyolojimize etkisi sandığımız düzeyde değilse, DNA'yı barındıran hücre çekirdeğinin de hücrenin beyni olamayacağını söyleyebiliriz. Yazara göre de ilk başlarda sadece hücrenin derisi olarak görülen membran (hücre zarı) hücresel faaliyetin asıl beyni. Sitoplazmanın içeriğini birarda tutmaya yarayan yarı-geçirgen bir yüzey gibi görünen bu membranın zamanla, besin kaynaklarının, atıkların ve diğer bilgi formlarının hücre zarından geçişine izin veren ve çevreden gelen sinyallerle işbirliği yapabilen bir yapıya sahip olduğu ve membranın tüm bu görevleri de membrana bağlı integral membran proteinleri (IMP) sayesinde gerçekleştirdiği bulundu. Yazarın en başından beri söylediği "hücrenin yapısı içinde işlevlerinin de sırrının saklı olduğu" önermesi de bu anlama geliyordu çünkü hücrenin çalışması temel olarak çevre ile etkileşimi sonucu gerçekleşiyordu ve bu etkileşime de membrandaki bu proteinler aracılık ediyordu.
Integral membran proteinlerine biraz daha yakından bakarsak, IMPlerin alıcı ve etkileyici proteinler olmak üzere ikiye ayrıldığını söyleyebiliriz. Hücrelerin duyu organları olarak davranan alıcı IMPler bir sinyali tanıyıp ona bağlandıklarında hücre bu duruma uygun bir tepki verir. Etkileyici IMPler ise çevresel sinyalleri uygun davranışlara tercüme ederek fiziksel tepki oluştururlar (çekirdeğe sinyal gönderip gerekli gen aktivasyonunu sağlamak gibi). İşte bu 2 IMP tipi, birlikte çevre farkındalığını oluşturup hücrenin gerekli tepkiyi vermesini sağlar. İntegral mebran proteinlerinin çevresel sinyallerle iş birliği yaptıklarını öğrendikten sonra sıra bu tepki sürecini başlatan sinyallerin doğasını tam olarak anlamaya gelmişti. Yazarın hücrenin önemini anlamasında genelde kişisel olayların rol aldığını söylemiştim, bu sefer de Lipton, uzun bir uçak yolculuğu sırasında "Evrensel Şifre: Doğanın Dili Olarak Kuantum Fiziği" (Pagels, 1982) isimli kitabı okurken kuantum fiziğinin biyoloji ile ilişkisini kavrar ve günümüz biyologlarının bunu görmezden geldiklerini farkeder. Ona göre biyologlar, biyolojiyi Newton'un modası geçmiş fiziksel dünyasına göre anlamaya çalışıyorlardı ve Einstein'ın görünmez dünyasıyla ilgilenmiyorlardı. Maddenin aynı anda parça ve dalga olarak tanımlanabilmesi, doğrudan boşluklarla birbirlerinden ayrılan farklı fiziksel nesnelerin olduğu bir evrende yaşamadığımız sonucunu ortaya çıkardı ve bu anlayışın biyolojiye de uyarlanması gerekiyordu. Tıpçılar da kuantum fiziğinin bulunuşundan sonra bile vücudu Newton prensiplerine göre hareket eden bir fiziksel makine olarak görme eğilimini sürdürdüler. Örneğin, hormonlar, sitokinler, büyüme faktörleri, tümör önleyicileri gibi kimyasal sinyallerin mekanizmalarının araştırılması doğal iyileşme gibi paranormal olayları açıklamaya yetmiyordu, yaşayan organizmalar ölçülmeyi reddediyordu. Newton fiziğine göre alıcı IMP'lere bağlanan sinyal sadece bir molekül (madde) olabilirdi fakat zamanla bu durumun geçerliliği de kayboldu. Çünkü kuantum fiziğine göre bu alıcılar enerji sinyallerine de cevap vermekteydiler ve elektromanyetik alanların da hücre fizyolojisi üzerinde etkileri olduğu bulunmuştur.
Kuantum fiziğinin gösterdiği gibi madde ve enerji karışmış durumdaysa, zihin (enerji) ve vücut (madde) da benzer şekilde bağlıdır. Maddesel olmayan zihin, fiziksel vücudumuzu etkiler, yani zihnin enerjisi olan düşünceler vücudun fizyolojisinin fiziksel beyin tarafından kontrolünü etkileyebilir. Lipton böylece, kitabın adının neden İnancın Biyolojisi olduğuna da açıklamış: Çevresel uyarılara verdiğimiz tepkiler, algılarımız tarafından kontrol ediliyor ve bu yönetici algılara inanç adı veriliyor. İnançların da biyolojimizi kontrol edebildiği düşünülünce İnancın Biyolojisi kavramı da anlaşılmış oluyor. Enerji sinyallerine de tepki verebilen IMPler ve hücreler sayesinde biyolojimiz de etkileniyor. Fakat öğrenilmiş algılarımızın tümü her zaman doğru değildir. En çok bilinen ve sıklıkla verilen bir örnek olarak placebo etkisi gösterilebilir. Bazen insanlar ilaç kullandıklarına inandıklarında iyileşirler ve bu durumun bazı ameliyatlarda bile işe yaradığı gözlenebilir. Eğer tıp doktorları bu etkiyi tam olarak nasıl kullanabileceklerini öğrenirlerse hastalıkların tedavisinde etkili, yan etkisiz bir yöntem olarak kullanılabilir (reçeteli ilaçların yan etkilerinin Amerikada her yıl 300000 kişinin ölümüne yol açtığı görülmektedir (iatrojenik hastalık)). Özellikle astım, Parkinson, depresyon söz konusu olduğunda zihinin pozitif düşüncelerle sağlığı etkileyebildiği ve belirli bir iyileşme sağlanabildiği gözlenmiştir. Fakat tersi bir durumda zihin negatif düşüncelerle meşgul oldıuğunda sağlığa zarar da verebilir (nosebo etkisi). Tüm bu etkilere kitapta "algı etkisi" ya da "inanç etkisi" deniliyor ve özetle genetik planlarımızı değiştiremesek bile zihinlerimizi değiştirebileceğimiz sonucu ortaya çıkıyor. Bu da hayatımızı aslında genlerimizin değil inançlarımızın kontrol ettiği anlamına geliyor. Bu yüzden klasik biyojiye kuantum fiziğinin kattığı öngörüler, sağlık ve hastalık konusunda yeni araştırmaları gerektiriyor. Lipton'a göre disiplinler arası araştırmalarla, doğanın yasaları ile uyumlu olan yeni ve sağlıklı bir hekimlik sistemi oluşturulabilmeli ve kuantum fiziğinin bulguları ile biyotıp bilimi birleşip bir kuantum biyolojik devrim yapılmalıdır.
"Gelişim ve korunma" isimli altıncı bölüm benim en çok ilgimi çeken bölüm oldu diyebilirim. Bu bölüm hücrelerin ve insanların neden gelişmek zorunda olduğu ve korkunun bu gelişimi nasıl engellediği hakkında. Gelişim ve korunma mekanizmaları evrim sürecinin hayatta kalma mekanizmalarıdır: Örneğin, daha önce de bahsedildiği gibi hücreler kültür kabına koyulan zehirden uzak dururlar, besin eklendiğinde ise besine yaklaşırlar. Besin gibi yaşamın devamlılığını sağlayan sinyallere yönelmek gelişim tepkisinin bir sonucu iken, zehir gibi tehdit edici sinyallerden kaçmak ise korunma tepkisinin sonucudur. Fakat ilginç olarak gelişimi ve korunmayı sağlayan mekanizmalar aynı anda kullanılamazlar, yani korunma ihtiyacı içinde olan bir hücrenin gelişmesi beklenemez. Ve yazarın dediğine göre hücreler gibi insanlar da korunma moduna geçtiklerinde gelişim davranışlarını kısıtlıyorlar. Çünkü eğer korunmak durumundaysak, gelişim için enerji harcamak mantıklı değildir ve ne yazık ki gelişim süreçlerini engellemek zayıflatıcıdır çünkü gelişim sadece enerji tüketen bir süreç değil, aynı zamanda enerji üretmesi gereken de bir süreçtir. Sonuç olarak uzun süreli bir korunma hali, yaşamın kaynağı olan enerjinin üretilmesini durdurur, yani insan olarak, ne kadar korunma altında olursak gelişimimiz o kadar azalır. Neyse ki, çok hücreli organizma olan insanda gelişim ve korunma mekanizmaları tüm hücrelerde aynı anda aktif olmak zorunda değildir ve korunan/gelişen hücrelerin oranı algılanan şiddete bağlıdır. Böylece tehditler karşısında hayatta kalmamıza rağmen tam anlamıyla yaşıyor da sayılmayız. Gelişim/korunma ortamında canlılığı tam anlamıyla yaşayabilmemiz için bizi strese sokan şeylerden arınmamız gereklidir fakat tam olarak da yeterli değildir çünkü bu durum sadece nötr bir ortam sağlar. Tam anlamıyla canlılık için gelişim sürecini tetikleyecek neşeli, tatmin edici yaşamları yaşamalıyız.
Kısaca, vücudumuzu ve zihnimizi, genler tarafından yönlendirilen hormonlar ve sinirsel iletkenler kontrol etmiyor; aksine, inançlarımız vücudumuzu, zihnimizi ve dolayısıyla yaşamlarımızı kontrol ediyor. Sonuç olarak bilinçli bir zihin kalıtımdan da çevreden de üstün oluyor ve Lipton, hücrelerin sadece yaşam mekanizmalarınının aynı zamanda nasıl daha zengin ve dolu dolu bir yaşam geçirebileceğimizi öğretebileceğine inanıyor. Çünkü biz kendimizi birey olarak düşünebiliriz fakat 50 trilyon vatandaştan oluşan dayanışma içindeki bir toplumuz. Ayrıca Lipton, bu inanışı bir adım daha ileri götürerek dünya ve üzerindeki tüm türlerin birbirleriyle etkileşim içinde yaşadığı bir süperorganizma olduğunu söyleyen Gaia hipotezine de inanıyor. Genetik mühendisliğinin dünyanın dengesini bozmasıyla bu süperorganizmanın da dengesini bozduğunu söyleyen Lipton, insanların modern bilimle doğayı anlamaya çalışmak yerine onu kontrol edip yönetebilmeyi amaç edindiğini düşünüyor. Doğru söze ne hacet?
Özetlemek gerekirse, Lipton, çevrenin ve bizim çevreyi algılayışımızın, hücre zarındaki IMPler aracılığıyla (sadece fiziksel moleküllerle değil, ayrıca düşünceler olan enerji sinyalleriyle) hücrelerimizin tepkilerini kontrol edebileceğini söylüyor. Bu anlayışa göre genlerimiz her zaman kaderimizi belirlemiyor, kaderimizi asıl belirleyen bizim algılarımız yani inançlarımız. Daha önce de bahsedildiği üzere bu algılar her zaman doğru olmayabilir ve yanlış algılamalarla sağlığımızı tehdit edecek etkiler oluşturabiliriz. Sürekli stres ve korku içinde yaşayarak gelişemeyiz ve gelişemeyen bir organizma da zararlara açık hale gelir. Tabi ki bilinçli bir zihin ile bunu değiştirmek elimizde. Kısaca hücrelerden çıkaracağımız daha çok ders var gibi görünüyor.